banner171

KADINA ŞİDDET BİR BİLİNÇ VE VİCDAN-İ YOKSUNLUKMUDUR?

 Aile içi şiddetin ne olduğundan önce toplumsal cinsiyet eşitliliğine dair ülkemizde ve farklı ülkelerde yapılan araştırmalardan yola çıkarak kendi kültürümüzün adresinden de bakarak aileye ve özelde de kadına dair  mevcut  politikaların bizi bize anlatıp anlatmadığına kafa yormak gerektiğine inananlardanım. Bu anlamda yapılan sosyal çalışmalardan da yola çıkarak öncelikle şiddet, cinsiyet ve toplumsal cinsiyetin ne olduğuna bakarak ve toplumsal olaylardan da anlam çıkararak değerlendirdiğimizde sonuçta neden kadınların bu kadar şiddete maruz kaldıklarını anlamakta zorlandığımızı sanıyorum ; dünyada ki toplumsal cinsiyet eşitliğine dair  politikaların yaradılış biçimine ve bu yaradılışa bir baş kaldırının da sonucu olsa gerek diye düşünüyorum. Çünkü, kadınlık ve erkeklik bir toplumsal cinsiyetten bahsedilirken aslında iki cins arasındaki farklılığı belirtmektedir. Buradan hareketle, devlet politikalarının da bu farklılığı esas alarak kadına ve erkeğe ve aileye temelde kendi medeniyetlerini, kültürlerini esas alarak evrensel hukuk ilkeleriyle kaynak kullanımı ve dağılımında adil ve adaletli davranmaları halinde yani doğuştan gelen özellikleri dikkate alarak örneğin (doğum yapan bir anneye 2 yıl ücretli izin verilebilmesi çok adaletli olabilecekken, babaya 40 gün ücretsiz izin ve akabinde eşine yardımcı olması açısından günde 2 saat izin verilmesi de çok adaletli bir kanuni düzenleme olmasını temenni ederek düşünenlerdenim..) Aynı şekilde Anne olmayan kadınlara da adaletli olunabilmesi açısından yıllık izin süreleri uzatıla bilinir gibi.. Zaman’a ve duruma göre ortaya çıkan gereksinimler dikkate alınarak politikalar üretile bilinir. Ben toplumsal cinsiyetin biyolojik kaynaklı olduğuna yani doğuştan gelen özelliklere göre tanımlama yapılmasını ve bu tanıma göre rollerin ve sorumlulukların da sosyal adalete ters düşmeyeceğine inanan bir kadın olarak Örneğin; siyaset yapan veya farklı alanlarda çalışan her kadına öncelikle biyolojik yapısı ve eğer kadın anne ise devlet imkanlarının anneyi evladıyla ve ailesiyle bir bütün olarak düşünüp imkanlarını sunmalıdır. Aksisi ise onun cinsiyetine ve annelik rollüne adaletsizlik olacağına inanıyorum. Buradan hareketle, öncelikle cinsiyet nedir, Şiddet nedir, kaç türlü şiddet var ve toplumsal cinsiyet kavramı son zamanlar da özellikle kadınlarda ve toplumda neden infaal yarattığına sosyal çalışmalardan da yola çıkarak mesleki çalışmalarım ve toplumu da okuma tecrübelerimden bir fikri yolculuğa siz okuyucularımla birlikte çıkarken öncelikle cinsiyet nedir’ii birlikte sesli düşünelim istedim.,
Cinsiyet: Biyolojik ve evrensel bir olgudur. İnsan, erkek ve kadın olmak üzere iki cinsiyetten biri olarak dünyaya gelir. Yeni doğan bir bebeğe ilişkin ilk aldığımız bilgi çocuğun cinsiyetine ilişkin bir bilgidir.  Çünkü; cinsiyet isimden önce geldiği içindir ki bebeğin ismi de cinsiyetine göre konur.
Örneğin; Kız ise Ayşe, Erkek ise Ali gibi.. Bilim adamlarına göre cinsiyet biyolojik bir evrensel olgudur. Cinsiyet doktorların kendi aralarında tartışarak karar verdikleri, anne- babanın tercih ettiği veya devletin güç kullanarak tespit ettiği, ya da çocuğun büyüdüğü zaman kendisinin karar verdiği bir durum değildir. Kısaca cinsiyet verilmiş bir özelliktir. Buradan hareketle toplumsal cinsiyetin temeline buradan bakılacak olduğunda,,  Kadın ve Erkeğin yaşamın her alanında biyolojik yapısına göre politikalar üretilerek kadın ve erkeği karşı karşıya getirmeden ve özelliklede evlilikleri şirket mantığıyla yürütmeye teşvik etmeden hakkaniyetli bir biçimde roller biçilmelidir. Bazı bakış açılarına göre bu bakış açısı kadını 2. Sınıf vatandaşlığa itmektedir.  Tam tersi kadın kesinlikle okumalıdır. Ekonomik özgürlüğü kendisi istiyorsa veya şartları bunu gerek görüyorsa olmalıdır. Kadın yönetici vasıflarını taşıyorsa veya hedefinde kariyer planı varsa, kadın siyasette elbette ki olmalıdır ama olmak istiyorsa. Kendi yeterliliği ve isteği kendisini nerede görmek istiyorsa öz değerlerinin de sahibi olarak orada olmalıdır. Yani yasal yapılanmalar kadının ve erkeğin rol ve sorumluluklarını yerli yerine yaşayacak şekilde dizayn edilmişse kadının, konumunun güçleneceği diye bir şeyden söz edilemez çünkü kadın zaten kanuni ve zihinsel davranış zorluklarıyla karşılaşmayacağı için öz kabuller, istemler ve istemler doğrultusunda mücadelelerle  yaşamında zaten zorlanmayacaktır. Aksi durum ise kadın-erkek rekabetine dönüşür ki buda hem rollerin karışmasına hem de sosyal gücün her şeyin üstünde olduğu bir anlayışı getirir ki buda ilk evvela aile içi sevgi, şefkat, güven ve  yerine göre yapılması gereken fedakarlığın yerine, mekanik bir ilişkiyi doğurur ki bu ilişkiden de sadece maddeci bir zihniyet ve maddeci bir bakış açısı üretilir. Bu üretimin yerine yerli değerlerimizi yaşayabilmenin koşulları sağlanması halinde rol karmaşası ortadan kalkacağı gibi ,her iki cinste hem kendisine hem de karşı cinsi kabulünde zorlanmayacağı gibi saygı duyması da kolaylaşacaktır. Çünkü her iki cinste fırsatları kullanmada ki devletin belirlediği kanunlarla ürettiği politikalarla  kaynakların ayrımı ve kullanımında, hizmetlere ulaşmada cinsiyeti nedeniyle ayrımcılığa maruz kalmaması olmasıdır ki o zaman toplumsal cinsiyette hakkaniyet () sağlanmış olur. Aksi durum ise ‘’ ben ve bizleri’’ verilmiş özellikleri tanımayıp, kabul etmeyip kendi kavramlarımızın dışında başka kavramlarla tarif edilir ki oda günümüz kuramcılarının kadın erkek arasındaki farklılıkları vurgu yaparken biyolojik donanımdan uzak sadece toplumsal cinsiyet diye nitelenmesidir. Halbuki ‘’önce varsın sonra sosyalsin’’. Buradan hareketle cinsiyete öncelikle biyolojik ve evrensel ve sonrada toplumsal cinsiyet ekseninde bakılması hayatımızı daha kolaylaştıracağını, roller açısından kavşakları daha net belirleyeceği için sevgi duygusu yerine rekabet duygusu yerleşmeyeceği için boşanmalarında şiddetli tartışmalarında ve hatta ruhsal hastalıkların olmaması halinde kadın cinayetlerinin bile azalacağını düşünmekteyim. Çünkü bize ait olmayan kavramlarla Modernizm adı altında insanları özgürleştirmek yani ego peşinde koşmayı ve yalnızlaştırmayı hedef alarak; aile ilişkilerini parçalayıp, bölerek; evlilik ve cinselliğin ayrı ayrı yaşanabileceği söylem ve eylemiyle, günümüz dünyasında insan ilişkileri ve insanlığa karbondioksitli bir neşter vurulduğuna hep beraber şahit olmaktayız.
Bu neşter başta kadın olmak üzere aileleri; Değer Erozyonuna uğratmıştır. Yaşanılan bu değer erozyonu ise aile kurumunun altına yerleştirilmiş bir dinamit misali ilişkileri sarsmıştır. Sarsılan ilişkiler ise ne yazık ki duygudan uzaklaştırılmış, mekanik bir hale bürünmüştür. Halbuki aile ilişkilerinde, yalnızlığa karşı en duyarlı kişiliği olan kadının, paylaşma duygusunun ihmaline zemin hazırlayan değerler erozyonu ve mevcut iletişim teknolojileri ile psikolojik yaşamda; kendinden başkasını önemsemeyen, kimse için fedakarlık yapmayan bireylerin çoğaldığı bir zihin haritası meydana getirmiştir. Bu haritaya ise kendi kültürümüzün gözlüğüyle değil modernizmin gözlüğüyle baktığımız ve kendi medeniyetimizin ehliyetiyle değil modernizmin ehliyetiyle bir yaşam maratonu içerisinde alt benlik üst benliğin önüne geçtiği içindir ki (kadın-erkek ayırmadan) cinayetler her gün biraz daha çoğalmakta, boşanmalar nikahtan daha fazla olmaktadır. Eğer Toplumsal cinsiyet eşitliği bu politikaların çözümünde etkili olsaydı uzun yıllar (TCE) bu politikayı en iyi şekilde uygulayan (İzlanda, Finlandiya, Norveç, İsveç) gibi ülkelerde kadına şiddet ve kadın cinayetleri azalmış olurdu. Halbuki yapılan araştırmalara göre bu politikaların söz konusu ülkelerde tekrar masaya yatırılıp yeniden değerlendirmeye alındığı da bilinmektedir. (sekam11)  Özetle, ben kimim? Ülkemin ve sahip olduğu medeniyet ve kültür kimdir? Ülkeyi yöneten meşale olan ‘’anayasa’’ medeniyetimle ve kültürümle ne kadar barışıktır! Sorusundan yola çıkılarak politikalar üretilirse sanıyorum kadına şiddet ve kadın cinayetlerinin de yaşanmayacak ve konuşulmayacak derecede minimum seviyeye ineceğinin inancındayım. Çünkü şiddet dediğimiz unsur alt benliğin bir ürünüdür ki, (ruhsal hastalık olmadığı sürece) vicdan denen adreste mukim olmayanların eylemidir. İnsanlığa ilk emir olan ‘’OKU’’ emrinden nasibini almayan ve öğrenip yaşamayan ve olgunlaşamayanların davranışıdır.. Çünkü fiziksel şiddet ve cinsel şiddet uygulamak bir kas gücü ve ham bir egonun haz ilkesi gücü iken; Sözlü şiddet, ekonomik şiddet ve Toplumsal İlişkiler şiddeti ise zihinsel şemanın medeniyetten yoksunluğudur. Medeniyetten yoksun olan birinin de vicdanı olmadığı içindir ki ; şiddeti Kadına karşı ya da bir başkasına karşı yapmasının  insan haklarına tecavüzü hayvansal bir güdüyle bilmeme halidir. 
Sonuç olarak, insan olmak insanca yaşamak insanın okuması, öğrenmesi ve yaşamasıyla ancak; insani, hukuki, vicdani olabilir. Aksisi ise programlanarak yani iç güdüsel yaşayan  canlılar olunur. Oysaki bizler insanız ve imtihandayız.. 
Allah  kadın- erkek hepimizi dersine iyi çalışmış imtihanını iyi veren insanlardan eylesin inşallah. Allah devletimize de ne okumamız gerektiğinin materyallerini doğru sunmayı nasip etsin ki, dünya sınıfımızı iyi bir puanla geçmek nasip olsun.. dileklerimle KADINA ŞİDDETİ BAŞTA OLMAK ÜZERE HER TÜRLÜ ŞİDDETİ NEFRETLE KINIYORUM! 
                                                                                                                  
                                                                                                                      Zekiye Çapan
                                                                                                                            İÇDEM
                                                                                                         Psikoloji ve Eğitim Danışmanı
YORUM EKLE

banner208

banner148

banner150

banner153